35
MART 2014 • SAYI 229 •
PERSPEKTİF
Avrupa’da göçmenlere karşı olumsuz bakış,
“Göçmenler işimizi kapıyorlar” gibi “akılcı” ba-
hanelerin arkasına saklanabiliyor. Bu anlamda,
Yahudilere karşı etnosentrik bakış kendisini han-
gi “makul” bahanelerin arkasında göstermiştir?
Yahudilere karşı Avrupa’daki ırkçılığın da
Müslümanlara yönelik ırkçılıkla benzer bir teme-
li var. Örneğin 1900’lerin başlarında doğu Lond-
ra, doğu Avrupa’dan gelen göçmen Yahudilerin
bölgesi ve hepsi işçi ve yoksul olan bu Yahudilere
karşı o zaman bugünküne çok benzer bir dil kul-
lanılıyor; yani, “İşimizi çalıyorlar, konutlarımızı
dolduruyorlar.” gibi ekonomik temelli bir ırkçılık
var. Bugün Avrupa’da antisemitizm, Müslüman-
lara karşı dile getirilen ırkçılıktan çok da farklı
değil bence, ama çok daha köklü. Zira Avrupa’nın
geçmişte İslam’la doğrudan bir teması yok.
İslam’a karşı ırkçılığın kökeni, İslam’ın ortaya
çıkmasıyla başlıyor, Haçlı Seferleri, Osmanlı’nın
İstanbul’u alması, Viyana Kuşatması ya da Bal-
kanları Osmanlı’nın ele geçirmesiyle pekişiyor.
Bütün bunlar Avrupa’da travmatik etkiler yapı-
yor. Ama Balkanlar dışında batı Avrupalı birisi,
İslam’la birebir karşılaşmıyor. Karşılaşmaya baş-
laması bizim göçümüzle başlıyor. Öncelikle bunu
böyle düşünmek ve tarihsel kökenleri unutma-
mak gerek.
Yahudilerin tarihsel olarak Müslümanlardan
farklı olarak karşılaştıkları bir ırkçılık var. Örne-
ğin onların toprakla uğraşmalarının, sanayide yer
edinmelerinin engellenmesi Müslümanlar için
geçerli değil. Bir diğer fark, Yahudiler 19. yüz-
yılda, doğu Avrupa’da göçmen değil, yerli halk.
Dolayısıyla kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla
feodal yapılar sallandıkça ortaya çıkan krizlerde
hep suçlu olarak zaten ayrı duran bu cemaat gös-
terilmiş.
Etnosentrist düşüncede, “öteki”nin kabul edi-
lebileceği çok dar çerçevelerin çizildiğini görüyo-
ruz. “Makbul etnik azınlık” çerçevesi ile ilgili neler
söylersiniz?
Bence “makbul Yahudi” veya “makbul Müslü-
man” diye bir şey yok. Türkiye’de dönem dönem
gayrimüslimlerin Türkleştirildiğini görüyoruz.
Bazı gayrimüslimler de zokayı yutarak diyorlar
ki: “Madem Türklerin çoğunlukta olduğu bu top-
raklarda yaşıyorum, ben de Türk olayım.” Böyle-
ce çocuğuna Türk ismi takıyor, Türkleşme çabası
içinde oluyor. Ancak, “Benim gibi olursan, Türk-
leşirsen seni kabul ederim” gibi bir anlayış yok.
Bence makbul Müslüman da yok. Sanki varmış
gibi konuşulur, devlet öyleymiş gibi davranır; ama
makbul Müslüman, Müslüman değilmiş gibi ya-
şayan kişidir. Yine de fişlenir; devlet onun şu an
makbul davrandığını, ama aslında çok da makbul
olmadığını düşünür.
II. Dünya Savaşı’ndaYahudilerin biyolojik olarak
ikincisınıfvatandaşsayıldığınıgörüyoruz.Bazıırkya
da etnik grupların doğuştan eksik olduğunu“kanıt-
lamak” için sarf edilen çabanın ardında ne yatıyor?
Irk, millet, ulus, bütün bu kavramlar kapitaliz-
min yükselmesiyle yaratılmış kavramlar. Mesela
Türklük anlatılır durur bize; Osmanlı’nın efsa-
nevi kahramanları Köse Mihal, Gazi Evrenos Bey
gibi isimler Bizanslı Hristiyanlar. Atilla Avrupa’yı
işgal ettiğinde önde gelen danışmanlarından ba-
zıları Avrupalı Hristiyanlar. “Sen Bizanslısın, ben
Türk’üm” gibi bir algı yok o zamanlar. Bunlar
daha sonra ulus devletlerin kurulmasıyla ortaya
çıkıyor.
Irkçılığa gelirsek, Batı’daki en temel, en eski
ırkçılık siyahlara karşı ırkçılık. Bunun maddi te-
meli çok açık bir şekilde emperyalizmle başlı-
yor. Afrika’yı hallaç pamuğu gibi atıp insanları
köle olarak pamuk tarlalarında çalıştıranlar, bu
davranışlarını bir şekilde meşrulaştırmaya ihti-
yaç duyuyorlar. İngiliz, İspanyol veya Hollandalı
bir köle taciri ve o taciri ordusuyla destekleyen
devlet bunu niye yaptığını, bir başka insanı niye
köleleştirdiğini kendi halkına anlatmak zorun-
da kalmış, bu sömürüyü, “Bunlar aslında insan
değil.” diye meşrulaştırmaya çalışmıştır. Beyaz
olmayan insanların köleleştirilmesi, ekonomi-
nin temel unsuru hâline geldiği zaman, “Bir baş-
ka insanı hangi hakla tüm haklarından mahrum
edersin?” sorusuna kapitalizm şu cevabı ver-
miştir: “Bunlar tam da insan değil, bunlar may-
munla insan arası bir şey.” Bugün böyle bir şeyi
duymak bizim tüylerimizi diken diken ediyor.
Ama 18. ve 19. yüzyılda emperyalizmin, köle ti-
caretinin şanlı döneminde bunu anlatıyorlar.
Bu anlatıyı bilimsel temellere dayandırmaya
çalışan sözde bilim adamları çıkıyor; kafatası
ölçmeye başlıyorlar ve siyahların aslında tam in-
san olmadıklarını söylüyorlar. Böylece bugünkü
siyahlara karşı ırkçılığın bütün temel ögeleri o
dönemde ortaya çıkıyor. Ondan sonra bu ırkçılık,
bütün dünyadaki insanları da ırklarına göre sıra-
lama ve bir hiyerarşiye dökme şeklini alıyor.