41
MART 2014 • SAYI 229 •
PERSPEKTİF
İhtida çok köklü bir gelenek. Özellikle Sel-
çuklu ve sonradan Osmanlı genişlemesiyle be-
raber bir sürü Rum ve Ermeni kendiliğinden
Müslümanlaşmış. Zaten Anadolu’ya dışarıdan
gelenlerin sayısı o kadar az ki, bu kadar geniş bir
Müslüman çoğunluk üretmeniz mümkün değil
demografik olarak. Şu anda Türkiye’de yaşayan
Müslüman Türklerin büyük kısmı kök olarak ya
Rum ya Ermeni, bir kere böyle bir durum var.
Ama bu normal, çünkü o dönemde din değiştir-
me çok doğal karşılanıyor.
1915’e yaklaştığımız zaman en önemli dür-
tü kendini koruma. Çünkü Ermenilerin başına
bir sürü şey geliyor veya geleceği anlaşılıyor.
Dolayısıyla köyler, kasabalar bir bütün hâlinde
kendilerini korumak için ihtida ediyorlar. Hatta
o kadar çok köy ve kasaba ihtida ediyor ki Talat
Paşa, “Bundan sonra ihtida etseler dahi onlara
Ermeni muamelesi yapılacak.” diye bir emir çı-
karmak zorunda kalıyor.
Bir de tabii büyük kısmı kız çocukları olmak
üzere insanların tek tek ailelere alınarak Müs-
lümanlaştırılması var. Tehcir edilenlerin baş-
larına ne geleceği anlaşılınca herkes çocuğunu
komşusuna bırakıyor veya etraftaki komşular
korumak için alıyorlar. Bu şekilde 100 ile 200
bin arası kız çocuğunun olduğu tahmin ediliyor.
Bunun dışında bazen bir bütün olarak aileler
saklanıyorlar. O aileler sonradan Ermeni olarak
çıkamıyorlar dışarıya; “Akrabalar geldi.” gibi
ifadelerle Müslümanlaşarak yaşıyorlar.
Bunların bir bölümü hakikaten Müslüman
oluyor. Şu anda da hâlâ hakikaten Müslümanlar
ve Müslüman Türk gibi yaşıyorlar. Bir bölümü
Müslümanlar, ama artık Ermeni olmak istiyor-
lar; Müslüman-Ermeni olmak gibi bir talepleri
var. Bazıları sahte Müslüman, yani kendilerini
korumak için Müslümanlar; onlar şimdi Hristi-
yan olmaya doğru yaklaşıyorlar. Böyle değişik
gruplar var.
Hrant Dink, etnosentrizmin en güzel özeti-
ni şu şekilde belirtmiş: “Kendi kimliğini ötekinin
varlığına göre konumlandırmak hastalıktır. Kimli-
ğini yaşatman için sana bir düşman gerekiyorsa,
senin kimliğin hastalıklıdır.” Kendimiz olabilmek
için bir düşman aramaktan ne zaman vazgeçeriz?
Adam olduğumuz zaman.
Bunu şunun için soruyorum: “Öteki” diye kur-
guladığımız daire bazen o kadar geniş ki geriye
“biz” diye kala kala bir ülkedeki bir şehrin bir kö-
yünde yaşayan insanlar kalıyor.
Öyle örnekler var evet. Ama artık bu tür
örnekler mizahi olmaya başladı.
Bu genel olarak dünyaya adaptasyonla çok
bağlantılı. 90’lardan sonra yaşanmış olan de-
ğişim sınırları kaldırdı. Bu da farklılıkları gör-
mek, hatta bu çeşitlilikten memnun olmak du-
rumunu ortaya çıkardı. Mesela bunun şu anda
ilginç tezahürlerinden bir tanesi kendi ailesinde
Ermeni olan Müslüman Türkler. Bu eskiden hiç
konuşulmayan bir şeydi. Şimdi insanlar bundan
neredeyse gurur duyarak bahsediyorlar. İnsan-
ların çoğulcu, melez hâlleri artık olumlu olarak
algıladıklarını, dolayısıyla burada hızlı bir deği-
şim olduğunu görmek lazım. Bu değişimin bir-
denbire genel bir kültürel yapı hâline dönmesi
mümkün değil. Bu birkaç nesil demek. Belki iki
üç nesil sonra gerçek anlamda böyle bir değişim
olacak, yani farklı cemaatlerden ve kimliklerden
gelmelerine rağmen, “Sen kimsin?” sorusunu
sormayı akletmeyen insanların karşılaşması ya-
şanacak.
Vefatının 7. yılında, Hrant Dink’i nasıl tanım-
larsınız? Onun vefatıyla neler kaybedildi?
Hrant kendine özgü bir sesti ve Türkiye’nin
unuttuğu bir şeyi hatırlattı. Anadolu’nun topra-
ğından gelen, içten ve sahici bir adamdı. Bence
bunu özlemişti toplum. Çünkü çok fazla riya,
menfaat veya kendini koruma üzerine yaşanmış
on yıllar var. Hrant rehabilite edici, sağaltıcı
bir ses olarak ortaya çıktı. Ne hissediyorsa, ne
düşünüyorsa bütün samimiyetiyle anlatan biri-
siydi. İnsanlar anlattığı şeyden çok o samimiye-
ti gördüler. Bu biraz sirayet eden bir şey. Böyle
birini gördüğünüz zaman onun karşısında siz
de öyle olmak istersiniz. O yüzden de Hrant,
kendisini hiç tanımayan insanlar üzerinde bile
etkili olabildi. Onu izleyen insanların kendi kü-
çük dünyalarındaki bakışları, birbirlerine davra-
nışları, Ermeni meselesi hakkındaki düşünceleri
değişme ihtiyacı duydu. Bu hatırlamayı sağlama
açısından Hrant’ın çok kritik bir işlev gördüğü-
nü düşünüyorum. Hrant’tan önce insanlar ha-
tırlama ihtiyacı duymuyorlar, hatta neyle kar-
şılaşacaklarını bilmedikleri için hatırlamaktan
korkuyorlardı. Hrant’la ve o tartışmalarla bera-
ber aslında hatırlamayarak kendilerine kötülük
ettiklerini hissetmeye başladılar.