47
KASIM
2014 • SAYI 235 •
PERSPEKTİF
Ya, parça ait olduğu bütün
ile aynîleşir, ki bu duruma
asimilasyon denebilir; ya da
parça bütünden farklı ama
bütünün etken bir parça-
sı olarak kendisine o bütün
içinde bir hayat alanı inşa
edebilir.
Dönemin Almanya İçişleri Bakanı Wolfgang
Schäuble’nin 2006 yılında Alman İslam Konfe-
ransı’nın açılışında dile getirdiği ve hâla çokça
tartışılan “İslam Almanya’nın ve Avrupa’nın
bir parçasıdır.” şeklindeki sözü Müslümanların
Almanya’daki serüvenlerinin yeni bir sürece
girdiğinin habercisi olmuştu. Bu süreç kısaca
“tanınma süreci”, yani İslam’ın devlet nezdin-
de kurumsal entegrasyon süreci olarak nitelen-
dirilebilir. Müslümanlar artık genelde Avrupa
toplumlarının, özelde ise Almanya’nın etkin bir
parçası ve görmezden gelinemeyecek bir gerçeği
hâline gelmiştir. Almanya’da bariz bir ekonomik
faktör olan dört buçuk milyonu aşkın Müslüman
nüfus, binlerce cami ve dernek, çeşitli sivil top-
lum örgütleri, siyasi arenada temsilciler ve genel
olarak hayatın her alanında var olan Müslüman
kimliği bunun göstergesi olmuştu. Bu tanınma
süreci aslında “de facto” olanın “de jure” hâle
gelmesi ve Müslümanların Avrupa toplumunun
çoğulcu yapısının etkin parçaları olduğunun
hem Müslümanlar hem de toplum tarafından
kabul edilmesi anlamına geliyordu.
Bir bütünün parçası olmanın iki şekilde ger-
çekleşebileceği söylenebilir. Ya, parça ait oldu-
ğu bütün ile aynîleşir, ki bu duruma sosyolojik
olarak “asimilasyon” denebilir; ya da parça bü-
tünden farklı ama aynı zamanda bütünün etken
ve uyumlu bir parçası olarak kendisine o bütün
içinde bir hayat alanı inşa edebilir. Bununla bir-
likte herhâlükârda tümel tikeli, yani bütün par-
çayı belirlediği içindir ki, egemen toplum, içinde
barındırdığı bireyleri büyük ölçüde etkiler. Bu
gerçeklikten dolayı, Müslümanlar içinde yaşa-
dıkları toplumu gözlemlemiş, bütünün bir par-
çası olarak kendilerini tanımlama ve bu sayede
bütünden gelen etkileri kontrol etme ihtiyacı
içinde olmuşlardır. Bu durum zorunlu olarak
mevcut hukuki, siyasi, kültürel, ilmî ve dinî ya-
pıları tanıma ve bu yapılarla karşılıklı iletişime
geçme ihtiyacını doğurmuştur. Bu husus, pratik
bir gereksinim olduğu kadar dinin topluma sağ-
lıklı bir şekilde dâhil olabilmesi açısından dinî
bir zorunluluk olarak da görünmektedir.
Son birkaç yıldır bazı eyaletlerde eyalet yö-
netimleri ile Müslüman cemaatler arasında im-
zalanan devlet anlaşmaları (Alm. “Staatsverträ-
ge”), İslam din dersi konusundaki gelişmeler ve
İslam İlahiyatı enstitülerinin kurulup faaliyete
geçmesi, söz konusu siyasi ve hukuki tanınma
sürecinin işaretleri olarak değerlendirilmekte-
dir. Önümüzdeki beş-on senelik zaman dilimi,
söz konusu tanınma süreci ekseninde seyrede-
cek gibi görünmektedir. Bu sürecin sonunda ise
Müslümanların kamu tüzel kişiliğine sahip olup,
kurumsal birçok hakka sahip olacakları muhte-
mel görünmektedir. Bu durum, Müslümanların
bu topraklarda Müslümanca yaşayabilmeleri
için gerekli, ama bütünüyle yeterli olmayan bir
adım olarak değerlendirilmektedir. Zira hukuki
ve siyasi statü, Müslümanların dinlerini Yara-
tan’ın rızasına uygun bir şekilde yaşamalarını,
diğer bir ifadeyle dinleriyle irtibatlarını sağlam
tutmalarını temin etmemektedir. Bunun sağla-
nabilmesi için siyasi-hukuki düzlemin yanı sıra
kültürel-toplumsal ve dinî-ilmî düzlemde de
mesafe katedilmesi gerekli görünmektedir.
Bir arada yaşamanın ikinci boyutu olarak
zikredilen kültürel-toplumsal boyut çerçeve-
sinde “kültürel tanınma”, İslam’ın da Avrupa
medeniyetini inşa eden ve yönlendiren unsurlar
arasında yer aldığının ortaya konmasıdır. Daha
açık anlatımla bu boyut, İslam’ın ve Müslüman-
ların yalnızca siyasi ve hukuki olarak değil, kül-
türel ve toplumsal olarak da bu toplumun bir
parçası olduğunun kabulüdür ki, bu kabulün be-
nimsenmesi zaman alacak gibi görünmektedir.
Kültürel-toplumsal boyut, bir taraftan tarihte
Avrupa kültür ve medeniyetinin oluşumunda
Müslümanların ortaya koyduğu katkıların tes-
piti, diğer taraftan da Müslümanların kültürel
anlamda içindeyaşadıkları toplumayapabilecek-