BASIN AÇIKLAMASI
Almanya İslam Konferansı Müslümanlara yönelik hegemonyal tartışmaların bir aracı mı?
19 Mart 2010Almanya İslam Konferansı (DIK); oluşumu, yapısı, mali donanımı ve konuların tespitinde başından beri var olan asimetriye yönelik eleştirilere rağmen, çoktan gecikmiş bir diyalog olması sebebiyle Müslüman temsilciler tarafından 2006 yılındaki başlangıcında olumlu karşılanmıştır. İlk İslam Konferansı sürecinde de bu sorunlar İslamî cemaatlerin temsilcileri tarafından eleştirilmiş olsa da, Federal İçişleri Bakanlığı tarafından dikkate alınmamıştır.
Yeni hükümetle birlikte göreve gelen Federal İçişleri Bakanı Sayın Thomas de Maiziere'in İslam Konferansı'nın ikinci döneminde ortaya koyduğu konseptiyle bu sorunlar daha belirgin hale gelmiştir. Kamuoyundaki tartışmalar İslam Konseyi'nin geri çekilmesiyle birlikte İslamî cemaatlerin katılımı meselesine indirgenirken, sorunların arkaplanında yatan gerçek sebeplerin üzeri örtülmektedir.
“Devlet kanadı“ toplantı masasında iki taraftan da kimlerin yer alabileceğini ve hatta Müslümanları kimlerin temsil etmesi gerektiğini ve kimlerin temsil etmemesi gerektiğini tespit etmektedir. Bununla birlikte devlet kendi yaptırdığı araştırmalarla da İslamî cemaatleri mümkün olduğunca küçük göstermektedir. Ki, bununla Konferans esnasında, eksik temsil bahanesini de gündemde tutup, aynı zamanda İslam'a hakaret eden “Müslümanları“ da bunlar çoğunluğu temsil ediyor iddiasıyla masaya oturtarak uzlaşma adına dayatmaları kabul ettirmek amaçlanmaktadır. Yine bu anlayışa uygun olarak “İslamî kuruluşların“ kendi tanımlamalarını reddedip, “İslamî cemaat“ kavramının hiç bir belgede geçmemesini sağlamış olmaları da asıl niyeti ortaya koymaktadır.
Almanya İslam Konferansı' nın Federal İçişleri Bakanlığı tarafından tespit edilen amacı entegrasyon teşviğinden ziyade öncü kültür tartışmalarının bir başka patformda devam ettirilmesidir. Öncü kültür tartışmasıysa siyasi arenada Müslümanları dışlama ve homojen bir yerli halk kimliğinin kurgulanmasına hizmet etmektedir. Bununla duruma ve ihtiyaca göre tanımlanan, aynileştirmeyi kabbullenmeyeni ötekileştiren, içine kapalı ve homojen bir değerler sistemi resmedilmektedir.
Federal İçişleri Bakanı Sayın de Maiziere yalnızca İslam dininin bu “değerleri“ kabul etmesinin yeterli olmadığını, bu dinin temsilcilerinin ve kanaat önderlerinin de bu konuda yaşantılarıyla örnek olmalarını ve “bu değerleri yaşamalarını“ talep etmektedir. Buna karşılık İslam'a mensup olmayanlar “aydınlanmış İslam'ın” Almanya'da “kendi evinde” olduğuna ve onu hoş karşılamaya alışmalıdırlar.
Sayın Bakan bu esnada “ortaçağda kalmış ve demokratik olmayan” ayrıca “batı verilerine göre kendini geliştirmesi ve aydınlanması” gereken tipik öncü kültürcü İslam söylemini kullanmaktadır.
İslam ve Müslümanları “öteki” olarak vasıflandıran, onları “Hristiyan, Yahudi ve Batı” kimliğinin karşı kutbu olarak niteleyen ve hayat hakkı olması için “öteki”nin nasıl davranması gerektiğini vazeden bir vurgu ortaya çıkmaktadır.
Sonuçta değerler uzlaşması tartışmalarında Müslümanlara yönelik aynileştirme beklentileri ağır basmaktadır. Müslümanlarda sözde entegrasyon eksikliği olduğu, paralel toplumlarda yaşadıkları, gerici, kadınları aşağılayan, aydınlanma düşmanı vb. unsurlar içeren ve “ülkenin değerler uzlaşmasına” aykırı bir dinde kendi hatalarında ısrar ettikleri vurgulanıyor.
Sonuç olarak özellikle göçmenlerdeki “sorunların” sebep araştırmaları “Müslüman olmaya” indirgenmekte ve dini bağlam dışında izah engellenmektedir.
Örneğin, kadın-erkek eşitliği meselesinde, gerçek nedenlerin ele alınmasından ziyade Müslüman cinsiyet rollerinin dini nedenlerden dolayı Hristiyan-Batı'da sosyalleşmiş kişilerden farklı olduğunun ve bu sebepten dolayı da uyum çabasının gösterilmesi gerektiğinin üzerinde durulmaktadır. Böylelikle eşitlik problemleri, sözde “kadın düşmanı İslamî yaşam tarzına”atfedilip, böylece söylem düzeyinde “Batı kültüründen” çıkartılabiliyor. Daha sonra “İslam'ın'' yardımıyla kendi değer ve düzen tartışmalarıyla ele alınıyor ki, kadın-erkek eşitliği ve antisemizm tartışmalarında görüldüğü gibi istenmeyen iç tartışmalar islamileştirilerek dışlanıyor.
Benzer durum İslam Konferansı'nın önemli gündemi arasında sayılan “İslamcılık” tartışması için de geçerlidir. Bu tartışmada dinin siyasal olarak suistimal edilmesinin önüne geçilmesi hedef olarak ifade edilirken, gerçekte Müslümanların somut gerekçeler olmaksızın potansiyel tehlike olarak görülmeleri ve böylece dindarlığın entegrasyona engel olduğunu öne sürerek “önleyici tedbirler” adı altında yapılan uygulamaları haklı çıkarmaya çalışan “önlem adımlarının” takip edildiğini görmekteyiz.
Devletin bu anlayışı esas alarak özgürlükçü demokratik sisteme uymayan, Müslümanların entegrasyonu açısından yıkıcı olan ve çoğunluk toplumda Müslümanlara karşı önyargıları tetikleyen önlem politikasını genişletme yoluna gitmektedir.
Sayın de Maiziere'in İslam din dersi konusunu yeniden tartışmaya açma planı da anlaşılır değildir. Bakanlık yetkilileri herhalde ilk İslam Konferansı'nda bu konuda elde edilen sonuçları yeterince gözden geçirmediler.
Federal İçişleri Bakanlığı ve Hristiyan Birlik Partisi Almanya İslam Konferansı ile Müslümanların kalıcı varlığı ile beliren zorunluluklara kapı aralamakta, fakat demokratik çoğulcu toplum düzeni bağlamında ölçülü bir yolu takip etmek adına ideolojik yapılardan uzak durmamaktadırlar.
Almanya İslam Konferansı Hristiyan Demokrat Birlik Partisi'nin projesidir. FDP bu projede yer almamaktadır. Bu sebepten dolayı CDU, DIK'i partinin stratejik hesapları için kullanmak mümkündür. Devlet tarafından ifadelendirilemeyecek pozisyonları temsil etmesi gereken “İslam eleştirmenlerinin” yer almasıyla, ırkçılık suçlamasına muhatap olmadan, İslam düşmanı çevreler, “CDU'nun sağında” bir partinin oluşumuna engel olma niyetiyle yatıştırılmaktadır. Müslümanlar böylelikle parti politikası ve stratejik hesaplar uğruna kullanılmaktadır.
Sonuçta DIK, toplum içerisindeki farklılıkları reddedip aynileştirmeyi hedeflemekle değil, çoğulculuğu zenginlik olarak kabul eden bir konseptle ortaya çıkıldığı takdirde yapıcı bir proje işlevini görebilir. Başta şu hususlar dikkate alınmak zorundadır:
- Farklı dinlerin ve yaşam tarzlarının eşit haklara sahip varlığı toplumsal birliktelik için tehlike olarak görülmemelidir. Zira bu birliktelik asıl çeşitliliğin özgürlüğü ile güçlenir.
- Entegrasyon aynileşme anlamına gelmemelidir. Özgürlükçü toplumda eşit haklara sahip olma sadece aynı olanı değil, aynı olmayanın da kişiliğini ve farklılığını kapsar.
- Entegrasyon, iş piyasası, eğitim sistemi, medya ve siyasal kurullar gibi tüm toplumsal kurumlara eşit haklara sahip katılımla ilgilidir. Katılımın önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.
- Devlet gönüllü asimilasyon için çerçeveyi belirleyebilir, fakat alternatifleri de mümkün kılmalıdır. Asimilasyonu siyasal yöntemlerle zorunlu hale getiremez.
- Devlet kiliselere karşı kamuoyu oluşturamayacağı gibi, aynı saygıyla Müslümanlara yaklaşmalı ve Müslüman cemaatlere karşı kamuoyu oluşumunu teşvik etmemelidir. Müzakereler sivil topluma bırakılmalıdır.
- Ayrımcılıkla mücadele edilmelidir: Irkçılık ve İnsan düşmanlığının her türlüsü üzerinde nasıl duruluyorsa, İslam düşmanlığı da o şekilde ele alınmalıdır.
- Ayrımcı kıyafet düzenlemelerinin özgürlükçü toplum düzeninde yeri yoktur ve yürürlükten kaldırılmalıdır.